ERKEN ANADOLU UYGARLIKLARI VE PİŞİRİLMİŞ TOPRAK FİGÜRİNLER

Tarihte “Küçük Asya” ismiyle de yer alan Anadolu, coğrafi konumu nedeniyle, insanoğluna var olduğundan buyana ev sahipliği yapan nadir yerleşim birimlerinden birisidir. Anadolu’nun birçok yerindeki tarihi buluntular insanlık tarihinin bu topraklarda binlerce yıl öncesine dayandığının ispatıdır.

Anadolu’daki insanın varlığı günümüzden önce 600000 - 10000 yıllarına tarihlenen Eski Taş (Paleolitik) Çağı’na değin uzanmaktadır. Bu dönemin insanı yaşamını avcılıkla ve toplayıcılıkla sağlar. Taş ve kemikleri yontarak balta, bıçak, mızrak uçları gibi aletler üretmişlerdir. Bu nedenle bu döneme Yontma Taş Çağı da denir. Bu dönemin bütün yeryüzündeki en büyük buluşu iki çakmak taşının birbirine sürtülmesiyle ateşin elde edilmesidir (Bayladı,1996,11).
 
Yaklaşık altı yüz bin yıl süren bu dönemden sonra insanoğlu, Avrupa’da Mezolitik, Anadolu’da Epipaleolitik diye adlandırılan ve M.Ö. 10000 - 8000 yılları arasına tarihlenen Orta Taş Çağı’na erişmiştir. Çakmaktaşı ya da obsidyen mikrolitlerin ahşap bir sapa sıra halinde çakılması ile yapılmış oraklar bu dönemin buluşları arasındadır (Sevin,1997,17).
 
İnsanoğlu, eski taş çağında edindiği deneyim ve birikimlerini orta taş çağında geliştirerek uygarlık çağı diyebileceğimiz Cilalı ya da Yeni Taş (Neolitik) Çağı’na taşımıştır. Arkeologlar bu çağı M.Ö. 8000 ile 5000 arasına yerleştirirler (Bayladı,1996,12). İnsan topluluklarının bu dönemde üretime geçmesi bir dizi gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Kile elle biçim vererek ateşte pişirmek,  böylelikle, Özellikle de üretim artığı besin maddelerini değerlendirmek ve saklamak gibi günlük işlerde kolaylıklar sağlayacak çanak çömleği üretmek önemli bir aşamadır. 

Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’da, Çayönü Tepesinde bulunan ve M.Ö 7. binyıla tarihlenen kadın heykelciği, stilize edilmiş oturur durumda, bacaklar iki yana açık, büyük olasılıkla doğuran bir kadın şeklinde tasvir edilmiştir. Başın ve bacakların uçları sivri bir üçgen biçimindedir. Arka yüzde kalçalar gayet iri ve belirgin olarak işlenmiştir. Az kumlu, kısmen kırmızımsı devetüyü renkli ve perdahsız yüzeylidir (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 41). Bu pişirilmiş toprak kadın heykelciği döneminin özelliklerini taşımaktadır.



KADIN HEYKELCİĞİ  
Çayönü
Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ
M.Ö. 7000
P. T. 
y:3,0 cm., g:3,0 cm., k:2,2 cm. 
Diyarbakır Müzesi (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 41).


Yerleşik düzen öncesi ve erken yerleşik düzen dönemlerinde insanlar kap kacaklarını ya ahşap ya da taşları oyarak yapıyorlardı. Bu nedenle Neolitik Çağ’ın başlangıç aşamasına “Aseramik Neolitik” ya da “Seramiksiz Neolitik” veyahut da “Çanak Çömleksiz Neolitik” adı verilir. Bu çağın Anadolu’daki en iyi ve belki de en erken temsilcileri güneydoğu bölgemizdeki Hallan Çemi, Göbekli Tepe, Çayönü ve Nevali Çori’de saptanmıştır (Sevin,1997,21).

Aseramik Neolitik dönemden sonra insanlar yavaş yavaş kilin özelliklerini keşfetmeye başlamışlardır. Böylece kilin şekillendirilip ateşte pişirilmesiyle seramikli dönem başlamış olur. Bu dönem seramikleri monokrom olarak yapılmıştır. Acemice pişirme teknikleri yüzünden genellikle dışları siyah, içleri ise kırmızı kalmıştır. Seramikli Neolitik Erken ve Geç Neolitik olmak üzere iki evrede incelenmektedir.

Erken Neolitik Dönem’de, yerleşik hayata geçen ve bugünkü yaşamın temelini atan insanoğlunun Anadolu’da bu dönemi yansıttığı en önemli merkezi, Konya yakınlarındaki Çatalhöyük’tür (Kulaçoğlu,1992,10).
 
Çatalhöyük’te, dinsel açıdan boğa kültü ve ana tanrıça motifi çok ünlüdür. Aynı zamanda, insanın tapınma gereksinmeleri sonucu ortaya çıkan ve mabetlerin temelini oluşturan evin bir köşesindeki küçük tapınma alanı yapı kompleksleri içinde yer almıştır. Bu alanlarda pişirilmiş toprak ve taştan yapılmış heykelciklerle, kabartmalar ele geçmiştir. Buluntular çoğunlukla kadın heykelciklerinden oluşmuştur. Erkek tasvirleri azdır. Bu heykelciklerde dikkati çeken bir nokta da, her yaş grubunun temsil edilmiş olmasıdır.

Çatalhöyük kadın heykelcikleri genelde:
- Genç kadınlar,
- Çocuklu ya da çocuk doğuracak kadınlar,
- Yaşlı kadınlar, şeklinde betimlenir.

Çatalhöyük Erkek heykelcikleri:
- Genç erkekler (belki tanrıçanın oğlu),
- Yaşlı ve sakallı erkekler şeklinde tasvir edilmişlerdir.

Ayrıca figürinler arasında genç kızlar ve erkekler ile yaşlı kadınlar ve erişkin erkekler, insanlar ile hayvanların bir arada tasvir edilenlerine de rastlanmaktadır. Doğuran veya doğurganlığı vurgulanmış, iki yanında yer alan leoparlı tahtta oturan bir tanrıça ile ikiz tanrıçalar figürinleri ile kabartma olarak yapılmış üzerinde kutsal evlilik sahnesi yer alan tasvir dikkati çeken örneklerdir.

Çatalhöyük kabartmaları iki tipte görülür;
- Yüksek kabartmalar,
- Tam plastik olarak işlenmiş hayvan başları,
Kabartmalar genel olarak, kollarını ve bacaklarını iki yana açmış, veya sadece kollarını dans eder durumda açmış olarak gösterilen kadınlar tasvir edilmişlerdir. Kabartmalarda erkek figürlerine rastlanmamakla birlikte, bunların yerini yine plastik olarak işlenmiş boğa başlarının tuttuğuna inanılmaktadır. Bu boğa başlarının boynuzları gerçek hayvan boynuzları ile yapılmıştır. Tüm olarak tasvir edilmiş tek hayvan leopardır (Kulaçoğlu, 1992, Ankara, 77).

Çatalhöyük’de bulunan Oturan Tanrıça Heykelciği; Kahverengi hamurlu, krem astarlı, perdahlıdır. Elleriyle göğüslerini tutan çıplak tanrıça bacaklarını sola doğru kıvırarak yan oturmuştur. Sağ eli ve başı onarımlıdır. Boynunda altı iri boncuktan oluşan bir gerdanlığın izi görülmektedir. Şişman kollarda pazular yumuşak bir şekilde yapılmıştır. Karna doğru sarkık dolgun göğüsleri üzerine koyduğu ellerinde beş parmak ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir. Karın bacaklarının üzerine sarkmıştır. Göbek deliği bir çukur halindedir. Arkada sırt çizgisi yumuşak ifade edilmiş, kol, vücut ve bel-kalça ayırımı gösterilmiştir. Kalçalar geniş ve dolgundur. Altına aldığı dolgun bacaklarda baldır ve bacak ayırımı altta ve üstte derin yarıklar halinde belirtilmiştir (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 52).

OTURAN TANRIÇA HEYKELCİĞİ
Çatalhöyük
Neolitik Çağ M.Ö. 6. binin ilk yarısı
P. T.
y:9,4 cm. g:6,7 cm.
Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi. (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 52)

Hacılar’dan Ayakta Duran Ana Tanrıça heykelciği döneminin özelliklerini taşımaktadır. Kolları iki yanda, iri gövdeye bitişik, eller kalçalara dayalı, ayakta duran, çıplak ana tanrıça tasviridir. Kalın boyun, iri başın devamı şeklinde yapılmıştır. Çene çıkıntısı hafifçe belirtilmiştir. Badem biçimli gözler kazıma çizgiler ile burun ve kulaklar kabartma olarak belirtilmiştir. Saç arkada topuz biçimlidir. Çok geniş omuzlu, çıkık kalçalıdır. Kırmızı perdahlıdır (Kulaçoğlu, 1992, 46). 

AYAKTA DURAN ANA TANRIÇA HEYKELCİĞİ
Hacılar
Geç Neolitik Dönem M.Ö.6. bin
P. T.
Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi. (Kulaçoğlu, 1992, 46)

Neolitik Çağın, Anadolu’daki en önemli merkezlerinden biri de Burdur yakınlarındaki Hacılar yerleşim yeridir. Sanatta ve inanışta, Çatalhöyük medeniyetinin Hacılar’da kesintisiz olarak devam ettiğini gösteren buluntuların başında, topraktan yapılmış Ana Tanrıça heykelcikleri gelmektedir. Ana Tanrıça inancının, yaşamın her alanında etkili olduğunun en iyi örneğidir. Kullanım gereçlerinden Kadın Biçimli Çömlek (antropomorfik kap); Hacılar’da Kalkolitik çağda kum ve bitkisel katkılı hamurdan elde yapılmıştır. Krem astar üzerine kızıl kahve rengi boya bezemelidir. Pişirilme çok iyi değildir. Gövdenin bir kısmı ve dip kırık ve noksandır. Alçı ile tümlenmiştir. Kabın ağız ve boyun kısmı bir kadın büstü, gövde şişman iri kalçalı hamile bir kadın şeklinde biçimlendirilmiştir. Kap tümüyle bir kadın heykeli görünümündedir. Çömleğin ağız boynunda yer alan başta, alına düşen saçlar zikzak bantlarla gösterilmiştir. Alının ortasında sarkaçlı bir takı yer almaktadır. Kalın kaşlar hem kabartma, hem de boya ile belirtilmiştir. Sivri burun, yarım daire şeklinde çıkıntılar halindeki kulaklar, aynı zamanda kabın dik tutamaklarını oluşturmaktadır. Burunda bir tutamak deliği de bulunmaktadır. Kakma iki küçük obsidyen parçası gözleri temsil eder. Ağız gösterilmemiştir. Çene ve çene kemiği kabartma olarak iyice vurgulanmıştır. Gözlerin altından, burun iki yanından inen hatlar, yüzdeki derin kırışıklıkları ifade etmek için kullanılmış izlenimi vermektedir. Kısa boyunda, düşey zikzak bantlarla, olasılıkla kalın bir boyun halkası gösterilmektedir. Göğüste iki küçük kabartı memeleri simgeler. Kadın kollarını dirsekten öne kıvırmış, elleriyle omurgalı derin bir kaseyi tutar durumdadır. Zikzak bezekli kase, Hacılar I kaselerinin hemen aynısıdır. Kaseyi tutan ellerde parmaklar uzun boya bantlarla gösterilmiştir. Karından kalçalara doğru açılan çapraz bantlar olasılıkla giysiyi simgeler. Kadın figürininin arka kısmında iki düşey zikzak bant grubu arasında, bozuk baklava motifleri yer almaktadır. Bu bezeklerle kadının sırtı, kalça ayırımı ve uzun saçlarla betimlenmiştir. Bu çömlek Kalkolitik çağda Hacılar kadınının tipini, giysisini, takılarını ve günlük yaşamdaki uğraşısını yansıtmaktadır (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 68).

KADIN BİÇİMLİ ÇÖMLEK
Hacılar
Kalkolitik Çağ M.Ö. 6. binyılın son çeyreği 
P. T.
y: 28,7 cm., ç: 20,4 cm. 
İstanbul Sadberk Hanım Müzesi. (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 68)

Hacılar’da, evlerin tabanlarında ya da ocaklar etrafında ele geçen tanrıça figürinlerini de, Çatalhöyük’tekiler gibi gruplara ayırabiliriz.
Bunlar:
- Ayakta duran tanrıça heykelcikleri,
- Oturan tanrıça heykelcikleri,
- Uzanmış, dinlenir durumdaki tanrıça heykelcikleri,
- Tahtında oturan tanrıça heykelcikleridir.

Genç kadın heykelciklerinde saçlar daima at kuyruğu şeklinde, yaşlı kadınlarda ise topuz yapılmış olarak ifade edilmiştir. Erkek heykelciklerinin Hacılar’da hiç bulunmamasına karşın, erkek çocuk tasvirlerine anasının kucağında ya da tanrıçası ile birlikte yer verilmiştir (Kulaçoğlu,1992,10-11).

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da en eski Çanak Çömlekli Neolitik Çağ yerleşmesi çanak çömlek öncesi dönemden beri iskan görmüş olan Çayönü’nde saptanmıştır (Sevin,1997,44). Geç Neolitik Dönem’e geçişi tanıtan bu yerleşmelerden Çatalhöyük düzeyine eriştiği anlaşılan Erbaba (Beyşehir), Kuruçay’dakilerin aksine tarımı bilen ve avcılıkla çok fazla uğraşmadığı kullanılan alet tiplerinden anlaşılmaktadır. Kullanım gereçleri kaba hamurlu siyah ve kahverengidir. Daha geç evrede kapların kili içine minik deniz canlılarının kabukları (günümüzde özsüz inorganik maddeler kullanılmaktadır) katılmıştır. Pişirilmiş topraktan insan heykelcikleri de yapılmıştır.

Niğde il merkezinin güneyindeki Köşkhöyük, küçük bir yerleşme yeri olmakla birlikte, özellikle ilginç küçük buluntularıyla dikkat çekmektedir. Köşkhöyük buluntuları arasında, pişirilmiş topraktan yapılmış insan figürinlerinin yanı sıra, diğer Neolitik merkezlerde görülmeyen kabartmalarla süslenmiş vazolarda önemli bir yer tutar. Ayrıca buluntular arasında kapların üzerine boya ile yapılmış hayvan tasvirleri ve Hacılar’da da gördüğümüz hayvanın kendisi biçiminde yapılmış vazolar da vardır (Kulaçoğlu,1993, 28). Bu dönemin diğer önemli merkezleri arasında Kuruçay Höyük (Burdur) ve Gözlükule (Tarsus) sayılabilir. 

Geç Neolitik Dönemde avcılığın yeri oldukça azalmış, bunun yerine kuru tarım yaygınlaşmıştır. Çanak çömlek yapımı da iyice yaygınlaşmış, elde biçimlendirmenin devam etmesine rağmen daha ince çeperli, daha iyi pişirilmiş, kahve, gri, devetüyü renklerinde seramikler yapılmıştır. Oldukça az sayıda krem astar üzerine kımızı bezemeli kaplara da rastlanmıştır. İlk olarak insan başı ve hayvan biçimli kaplara da bu dönemde rastlanır.

Yaşama biçiminin değişimiyle birlikte inanç sisteminde de değişiklikler ortaya çıkmıştır. Av ile ilgili sahneler unutulmuş yerine üreme, çoğalma kaygısı ile ilgili olarak Anatanrıça inancı yaygınlaşmıştır. Kadının doğurganlığı ön plana çıkmış, avcılıkla birlikte doğumdaki rolü henüz bilinmeyen erkek ikinci plana itilmiştir. Çoğu evlerde ele geçirilmiş figürler bir ev kült yerinin varlığını işaret etmektedir.

Bu dönemin gelişkin figürinlerinde ana konu iri badem gözlü, şişman ve çıplak Ana Tanrıça ve çocuğudur. Figürinler genellikle kilden, ender olarak da taştandır (Sevin,1997,49). Çatalhöyük, Hacılar, Canhasan, Kuruçay, Gözlükule, Yümüktepe, Fikirtepe bu dönemin önemli yerleşmelerindendir.

Anadolu’nun hemen hemen tüm Neolitik yerleşmelerinde karşımıza çıkan çıplak kadın heykelcikleri, din tarihi ve sosyal tarih açısından önem taşımaktadır. Tapınılan varlığın dişi olması, Neolitik insanlarının anaerkil bir toplum içinde yaşadıklarını göstermektedir. Anaerkil yaşam Anadolu’da uzun zaman devam etmiştir. Hatta Hititler ve Frigler’de bile izleri görülmektedir. Bu dönemde, insanoğlunun belki en orijinal ve etkin oluşturusu, heykeltıraşlık örnekleri diyebileceğimiz çıplak kadın heykelcikleridir (Kulaçoğlu,1992,11).

Geç Neolitik dönemde yaşanan yangınlardan sonra ileri üretici dönem denen, M.Ö. 5500 - 3000 yılları arasına tarihlenen Kalkolitik Dönem (Bakır Taş Çağı) başlamıştır. Kalkolitik Dönem’in en önde gelen iki özelliği bakır aletlerin taşın yerine geçmeye başlaması ve kökleri Neolitik Çağa uzanan boya bezemeli çanak çömleklerin yapımına başlanmasıdır. Ayrıca döküm tekniği ile iki ayrı maden filizinin birlikte eritilerek kullanılışı Kalkolitik Çağın ortaya koyduğu yenilikler arasındadır. Önemli yerleşim yerleri arasında Hacılar, Kuruçay, Canhasan, Köşkhöyük, Yümüktepe, Tülintepe, Norşuntepe, Korucutepe, Samsat ve Tilkitepe sayılabilir.

Canhasan kazılarında ele geçen, pişirilmiş toprak ve taştan yapılmış tanrıça figürinleri Kalkolitik Dönem dini inanışını temsil etmektedir. Bölgesel özellikler gösteren bu figürinler Canhasan’a Erken Kalkolitik Çağ Anadolu’sunda, dini inanış ve tasvir sanatı bakımından özel bir yer sağlar (Kulaçoğlu,1992,11)

Elleriyle yanaklarını tutarak ağıt yakar durumda tasvir edilen “Kurs Yüzlü Kadın” Heykelciği, iyi bir örnek oluşturmaktadır. Belden aşağı kısmı kırık ve noksandır. Önde hafif bombeli kurs biçimindeki yüz, adeta bir levha gibi başın önüne yerleştirilmiştir. Üstte üç çapraz çentikle saçlar belirtilmiştir. Yüzde kazınarak şekillendirilmiş, merkezleri çukur iki dairenin üst yayları daha derin kazınarak hem kaşlar, hem de gözler ifade edilmiştir. Göğüsler birbirine orantısız aplike çıkıntı halindedir. (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 72) 

KURS YÜZLÜ KADIN HEYKELCİĞİ
Afyonkarahisar
İlk Tunç Çağı I
M.Ö. 3. binyılın başı
Afyon Müzesi (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 72)

İkinci evreyi oluşturan geç Kalkolitik Dönem kabaca M.Ö. 4. bine tarihlenir. Anadolu bu dönemde büyük olasılıkla boğazlar üzerinden gelen göçlere sahne olmuştur. Buna bağlı olarak nüfus artmış ve yeni yerleşim yerleri ortaya çıkmıştır. Artık Anadolu’nun bütününde homojen bir kültürden söz etmek söz konusu değildir. Göçlerle gelen etkiler sonucu eski ince kap formlarının yanında onlardan tümüyle farklı, siyah zemin üzerine beyaz boya ile yapılmış çizgilerle bezenmiş yeni kap çeşitleri ortaya çıkmıştır. Daha önceki gerçekçi Ana Tanrıça figürinlerinin aksine son derece soyut, fakat yine Ana Tanrıçayı ifade eden, mermerden yapılma idoller yaygınlaşmıştır.

M.Ö. 3000-1200 yılları arasındaki bu dönemde bakıra kurşun ve kalay karıştırılması ile tunç elde edilmiş ve Anadolu'da Eski Tunç Çağı başlamıştır. Kazılarda bulunan çanak çömleğin yapısına, üretimde ve mimaride kullanılan teknolojinin düzeyine göre Erken, Orta ve Geç Tunç olmak üzere üç evrede incelenir. Orta Tunç Çağı’na ait olan Heykelcik, Çan şeklindeki etekli heykelciğin küçük başı, kuş başını andırmaktadır. Aşağı doğru genişleyen kalın boynun altındaki seramik gövdenin üst kısmı yassıdır. Kollar yana doğru açılan üçgen çıkıntılar halindedir. Bezeme, pembemsi bej rengi üzerine siyah boya sürülerek yapılmıştır. Çan etekliğin iç kısmı boş olup düzeltilmiştir.  Heykelciğin ters çevrildiğinde çan etekliğin iç kısmının bir kadeh olarak kullanılmış olması olasıdır (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 99). 

HEYKELCİK
İmamoğlu höyüğü
Orta Tunç Çağı M.Ö. 2. binyılın başı.
P. T.
y: 8 cm, g: 5,3 cm.
Malatya Müzesi (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 99)

İlk Tunç Çağında kadın bedenlerinin, Neolitik ve Kalkolitik Çağların steatopijik (şişman, etli butlu, abartılı vücut hatları olan) kadınları yerine, yassı ancak ince bedenli figürin ve idolden oluşan iki farklı biçim alması dikkat çekicidir. Her iki gruptan oluşan yüzlerce örnek incelendiğinde, idol ve figürin arasındaki ince, içeriksel ayrımın giderek belirginleştiği fark edilmiştir. Çoğunlukla ya ellerini dizlerinin üstüne koymuş oturuyor ya da ayakta ellerini yukarı doğru kaldırmış biçimde tasvir edilmiş kadınlar, Tunç Çağı öncesi dönemdekilerden çok farklıdırlar. Özellikle Bursa-Eskişehir-Afyon-Isparta illerini kapsayan geçiş bölgesinde ele geçen oturur durumdaki kadın heykelcikleri, ellerini dizlerine koymuş, uzun boyunlarını bir kenara bükerek sakin, suskun ve sanki birisini ya da bir topluluğu dinleyen ya da ellerini yüzüne kapamış, korkmuş, pişman, üzgün bir şekilde ifade edilmişlerdir. Orta Anadolu’da da benzer duygusal pozisyonda kadın figürleri bulunmuştur. Bu da bize Tunç Çağı kadınlarının güçlü ve her şeye hakim bir Ana Tanrıçadan çok, adeta daha insani bir kişiliğe bürünmüş olduğunu göstermektedir (Aydıngün,2005,31-34). Anadolu, Eski Tunç Çağı idolleri arasında erkek ender olarak tasvir edilmiştir.  

İlk Tunç Çağı’ında tasvir edilmiş olan İdol, devetüyü kum katkılı hamurlu, gri astarlıdır, Yarım kurs başlı, uzun boyunlu, yarım kurs gövdeli, yassı, şematik bir idoldür. Yüzde, ortada birleşen yay şeklinde kaşlar, iri baskı noktacıklar halinde gözler yer almaktadır. Düşük omuzların altında göğüsleri simgeleyen iki iri baskı noktacık bulunmaktadır. Bel kısmı yanlardan oyularak ve göğüslerin altında üst üste iki yatay derin çizgi ile işaretlenmiştir. Yarım kurs şeklindeki gövdenin alt kısmında iç içe düzenlenmiş çizgilerin bir giysiyi veya pubis bölgesini simgelemiş olması olasıdır. Bütün baskı noktaların ve kazıma çizgilerin içi beyaz bir madde ile doldurulmuştur (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 75).

İDOL
Etiyokuşu
İlk Tunç çağı M.Ö. 3.binyıl
P. T.
y: 6.4 cm, g: 3.8 cm, k: 0.8 cm.
Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 75)

Bu evrede Anadolu'da yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan en önemli yerleşim yerleri arasında Troia I, Demircihöyük, Semahöyük, Beycesultan, Gözlükule, Alişar, Alacahöyük, Karaoğlan, İkiztepe, Kültepe ve Norşuntepe sayılabilir.

Dönemin sonlarında zengin ve etkin bir beyliğin merkezi gibi görünen Alacahöyük'ün en önemli özelliği kral mezarları olarak adlandırılan 13 gömüdür. Bu mezar armağanları Troia hazineleriyle çağdaş olup benzer nitelikte altın, gümüş, elektrum, tunç ve demirdendir. Bu mezar hediyelerinin en ilginçlerini hatalı olarak "Hitit Güneş Kursları" diye adlandırılan geyik ve boğa motifli, son derece karmaşık ve gelişmiş dökme ve dövme teknikleriyle yapılmış tunç diskler oluşturmaktadır. 

Diğer bir önemli gelişme ise Anadolu'da ilk kez bu dönemde görülen çömlekçi çarkının Troia'da kullanımı ve tüm Anadolu’da yayılmasıdır. Çarkın kullanımıyla birlikte çok değişik formlarda kaplar yapılmaya başlanmıştır. Kalkolitik dönemde görülmeye başlanan insan ve hayvan şeklindeki kaplar en favori kap formlarını oluşturmaktadır.

Erkek şeklindeki törensel kap, açık kahverengi hamurdan çarkta yapılmıştır. Ağzında sabit kapağı bulunan kısa boyunlu, yuvarlak gövdeli, düz dipli, tek kulplu ve emziklidir. Kapak, ağız ve boyun kısımları bir insan başı ve boynu, yuvarlak gövdesi insan gövdesi, emziği iri bir penis şeklinde biçimlendirilmiştir. Tümüyle bir erkek heykelciği görünümü vermektedir. M.Ö. 2. binlerin başından itibaren Anadolu’ya yazı girmiş ve yepyeni bir dönem başlamıştır. Hatti ve Hititler’le birlikte ilk devlet sisteminin ortaya çıktığı bu topraklarda yönetim erkeklerin eline geçmiştir (Aydıngün,2005,81). 

ERKEK ŞEKLİNDE TÖRENSEL KAP
Afyonkarahisar
Orta Tunç Çağı M.Ö. 2. binyılın ilk çeyreği 
P. T.
y: 9,8 cm., g: 11,5 cm., ç: 6,7 cm. 
Afyon Müzesi (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 98)

Hititler hiçbir zaman Mezopotamya’daki Sümer, Babil ve Eski Mısır kültür seviyesine ulaşamamışlardır. Bıraktıkları yazılı belgeler, onların içeriye dönük kaliteleri ile arkeolojik eserlerin nitelik ve nicelikleri açısından da bu her iki kültürün çok çok altındadırlar (Ünal, 2002, Kitap I, 5).

Hitit anlayışında tanrıların fiziki şekilleri insan gibi (antropomorf) olduğu kadar, ruhen de onlarla aynıdırlar, tıpkı insanlar gibi yerler, içerler, eğlenirler, severler, nefret ederler, kavga ederler, ihtiras yaparlar, isterlerse yardım eder, istemezlerse sırt çevirirler. Onlar arasında da birinci sınıf hiyerarşi vardır. Büyük ve baş tanrılar hep öndedir, hep en başta anılırlar. Tanrıların da tıpkı insanlar gibi meslekleri ve uzmanlık sahaları vardır. Tanrıları insanlardan ayıran tek öğe, onların ölümsüz olmalarıdır. Heykel kabartma, figürin, kabartmalı vazolar, mühürler ve diğer arkeolojik buluntular yanında Hitit tanrılarının ikonografyasını en iyi anlatan metinler, tanrı tasviri dediğimiz, kendine has bir metin türünden gelmektedir. Tanrı tasviri metinlerinden, tanrı figürlerinin büyük boy helkelerinden ziyade en fazla 20 - 25 cm. boyunda küçük figürinler olduğu anlaşılmaktadır. Boğazköy, Alacahöyük ve Amasya heykelcikleri de metinlerin verdiği bu bilgileri teyid eder. Arkeolojik buluntular arasında ortostatlarda veya kaya kabartmalarında karşımıza çıkan büyük boy tanrı tasvirleri ise, metinlerde tarif edilmemektedir. Heykeller tanrıları temsil etmektedir ve onların yapım ve bakımına özel bir titizlik gösterilir. Sürekli olarak yıkanmaları, madeni olanların paslanmaması için yağlanmaları, temiz tutulmaları, çok önemli bir yer tutar. Tüm bunlar, Hitit dininde kültün bölünmez parçalarıdır. Tapınaklar, insanların tanrılara tapındıkları, bayramlarını kutladıkları, tanrı heykelleri ve diğer kıymetli eşyaların saklandığı yapılardır. Başka bir deyimle, tapınaklar tanrıların yeryüzünde bulundukları sırada geçici olarak ikamet ettikleri yerdir (Ünal, 2002, Kitap II, 80-85). Yazılı tarih öncesinin isimsiz “Ana Tanrıçası” Hitit’te baş tanrıça “Kubaba” adıyla kimlik kazanır. Tıpkı Çatalhöyük’ün “Ana Tanrıçası” gibi Kubaba’nın da yanında leoparlar ya da aslanlar yer almaktadır (Aydıngün, 2005, 81).

Eski Hitit Dönemi, niş içinde oturan tanrı heykeli, devetüyü renginde hamurlu, hamuruna kum taneleri (silt) katılmış olup, kırmızı astarlı ve perdahlıdır. Kenarları kalınlaştırılmış dikdörtgen biçimli bir niş içinde oturan bir erkek tasvir edilmiştir. Kalınlaştırılmış kenar daire ve yıldız motifleri ile süslenmiş olup içleri beyaz boya ile doldurulmuştur. Tanrının başında yüksek bir başlık vardır. Kulaklar başa oranla büyük olarak işlenmiştir. Gözler iri yuvarlaklar şeklinde, burun iri ve küttür. Ağız bir hat şeklinde yapılmıştır. Kollar vücuda göre oransızdır. Birini öne doğru uzatmıştır. Bacaklar çok kısadır. Figür kaba yapılmıştır. Oturduğu tabanda, olasılıkla kutsal nesnelerin yer aldığı kabartmaların kırılma izleri vardır (Kulaçoğlu, 1992, 199).

NİŞ İÇİNDE OTURAN TANRI
İnandık Höyüğü
Eski Hitit Dönemi M.Ö. 17-16. y.y. 
y: 16,3 cm., g: 17,3 cm.
P. T.
(Kulaçoğlu, 1992,117)

Hitit tarihinin son dönemi aynı zamanda Tunç Çağı’nın da sonu olmuştur. Başkent Hattuşaş’ın, M.Ö. 1200 yıllarında Karadeniz dağlarından gelen Kaşkalar tarafından yakılıp yıkılması ile Hitit geleneği Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Mezopotamya dağılır. Hattuşa’da, Alacahöyük’te ve daha birçok Anadolu yöresinde tanıyageldiğimiz sanat eserleri değişik biçimlere bürünür.

Demir Çağı’nda (M.Ö. 1200 - 750/700) Anadolu yarımadası çeşitli topluluklara ait büyüklü küçüklü beyliklerin yönetiminde bulunmaktaydı. Güney Anadolu’da ve kısmen Suriye’de olmak üzere Geç Hititler, Doğu Anadolu’da Hurrilerin devamı olan Urartular, Orta Anadolu’da Frigler, Batı Anadolu’da Lydialılar, Güneybatı Anadolu’da Lykialılar ve Ege’de İonlar üstün değerde uygarlıklar kurmuşlardır. Bu topluluklar Mısırlılar, Fenikeliler ve Babillilerle birlikte Hellen uygarlığı üzerinde büyük ölçüde etki yaparak, bugünkü dünya kültürünün oluşmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır.

Geç Hitit yontuculuğunun, en büyük bölümünü mimaride kullanılmış olan plastik eserler oluşturmaktadır. Geç Hitit sanatının getirdiği yenilik, bağımsız olarak duran, taştan yapılmış tam plastik anıtsal tanrı ve hükümdar tasvirlerinin oluşturulmuş olmasıdır. Buna karşılık, M.Ö. 2. bin yılda yaygın olarak yapıldığı anlaşılan maden heykelciklerin, Geç Hitit döneminde sadece bir örnekle temsil edilmesi dikkati çekmektedir. M.Ö. 850’den sonraya tarihlenen gelişim döneminde Hitit sanatında özellikle vücut hacmi çok iyi belirtilmeye başlanmış, ayrıntılar eskiye oranla daha iyi gösterilmiştir. Figürlerde Asur sanatının etkileri hemen göze çarpmaktadır (Dinçol, 1982, 133-135).

M.Ö. 9-6. y.y. lar arasında çekirdeğini Van Gölü çevresinin oluşturduğu Urartu Krallığında sanat, Saray, Kent ve Halk sanatı olmak üzeri üçe ayrılmaktadır. Urartu sanatı Asur sanatından etkilenmiştir ve benzer özellikler görülmüştür. Bu nedenle krallığın ilk yıllarında çivi yazısı ile birlikte Akadça’yı ve kil tabletleri, Asurlular’dan taklit eden Urartulular, birçok tanrı adını da Asur ideogramı ile yazmışlardır. Urartu dini çok tanrılıydı. En önemli tanrıları Haldi (Savaş Tanrısı), Teişeba (Fırtına Tanrısı-Hititlerde Teşup) ve Şivini (Güneş Tanrısı) idi. Urartular bu tanrılara açık hava kutsal alanları yanında kendilerine özgü büyük bir kompleks oluşturan tapınaklarda da törenler düzenlerlerdi. Bu tapınakların en ilginç özelliği tanrı heykelinin durduğu kare planlı yüksek kuledir. Dış yüzlerine tanrılara adak olarak sunulmuş tunç kalkanların asılı olduğu bu yapıların iç duvarları mavi ve kırmızının egemen olduğu duvar resimleriyle bezeliydi. Bu tür tapınaklara örnek olarak Ağrı’nın Patnos ilçesindeki Aznavurtepe kalesindeki tapınak ile Toprakkale’de ki tapınak verilebilir. Dilleri Hurrice ile akraba olan Urartular, çivi ve hiyeroglif yazısı kullanıyorlardı. Urartu ülkesi ve çevresi gümüş, bakır ve demir kaynakları açısından zengin olduğundan maden işlemeciliği oldukça gelişmişti. Kuyumculuk, kabartmalarla süslü tunç kemerler, tunçtan heykeller, kazanlar, at koşum takımları, mobilya aksamları ve silahlar ile demirden şamdanlar dikkat çekicidir. Urartu Krallığı’nın ilk yıllarına ait sanat eserleri üzerindeki aslan, boğa, hayat ağacı ve kanatlı güneş motifleri, Mısır ve Mezopotamya kültürlerinden esinlenen Asur kökenlidir (Belli, 1982, 140-198). 

ERKEK HEYKELCİĞİ VE ERKEK HEYKELCİĞİ PARÇASI
Adilcevaz - Kef Kalesi
Urartu; M.Ö. 8-7 yy.
P. T.
y: 16 cm. 
(Kulaçoğlu, 1992, 134-135)

Eski Yunan uygarlığının temelleri Batı Anadolu kıyısındaki İonia kentlerinde atılmıştır. Anadolu’da M.Ö. 7. ve 6. yy.ları kapsayan Arkaik Dönem’de, İonnia’nın çok özel bir yeri vardır. Dor istilasını izleyen yıllarda, Yunanistan ilkellikten kurtulamamışken, İonia kentleri Eski Yunan edebiyatı, bilim ve felsefesinin ana hatlarını çizmekteydi. İonia’da Babil, Mısır ve Anadolu’dan alınan bilgilerin sınıflanıp, teorik açıklamalarda kullanıldığı dönemde, Yunanistan hala karanlıklar içindeydi. M.Ö. 6. y.y. da, ilk olarak, hiçbir siyasi etki altında kalmaksızın, pratik yarar için değil de, yalnızca doğruya ulaşma uğrunda kafa yormaya başlayan Miletoslular ile birlikte bilimsel çabanın gerçek belirtileri ortaya çıkmıştır (Sevin, 1982, 238).

Bir kadın figürini deve tüyü rengi hamurdan yapılmıştır. Kiremit kırmızısı renginde astar boyalıdır. Ayakta duran ve ellerini karnı üzerinde birleştirmiş olan figür tapınma pozunda bir rahibeyi göstermektedir. Kahverengi bir boya ile belirtilmiş yüz hatlarında arkaik bir ifade vardır. Uzun bir örtü altında bulunan saçlarından ikişer lüle, önde göğsü üzerine iner. Giysinin kolu kuşaklıdır ve eteği diagonal çizgilerle süslüdür. Eserin arkası düz bırakılmıştır (Pasinli, Karagöz, 1993, 145) 

KADIN FİGÜRİNİ
Efes – Selçuk
Arkaik Dönem M.Ö. 6. Ephesos y.y.
P. T.
y: 12,6 cm.
Efes Müzesi (Pasinli, Karagöz, 1993, 145)

Antik çağ yazarlarından Herodotos ve Strabon’a göre, o zamanlar Brygler ya da Brigler adını taşıyan Frigler, Anadolu’ya Makedonia ve Thrakia’dan boğazlar yoluyla girmişlerdir. M.Ö. 8. y.y.’lın ortalarında merkezi bir devlet kuran Friglerin kurucularının Gordios olduğu sanılmaktadır. En güçlü oldukları ve Friglerce kutsal olan bölge Eskişehir, Kütahya ve Afyon civarıydı. Epiktetos Frigya (Kutsal Finike) denilen bu bölgede bulunan Midas kentinin dini açıdan da büyük önemi vardı. Friglerin çok tanrılı bir dinleri vardı. Güneş Tanrısı Sabazios ile Ay Tanrısı Men bunlardan en tanınmışlarıydı. Ancak Frigler denince akla ilk gelen tanrıça Kybele’dir. Anadolu’da Erken Neolitik Dönemden beri tapınılan Kybele Frigler için bir doğa tanrıçası, hatta doğanın bizzat kendisiydi. Kybele için en büyük tapınma yeri Pessinus’ta (Sivrihisar - Ballıhisar) idi. Burada tanrıçayı siyah meteorik bir taş temsil ediyordu. Frigler bu tanrıçayı o kadar benimsediler ki, tüm ülkelerini Agdistis Dindymene de dedikleri Kybele’nin mülkü saydılar. Bunun sonucunda, aslında bir Anadolu tanrıçası olduğu halde Kybele tarihe bir Frig tanrıçası olarak geçti.

Kybele kutsal alanları genellikle kayalıklar üzerine yapılmıştı. Çünkü tanrıçanın buralarda yaşadığına inanılıyordu. M.Ö. 8.-6. y.y. lar arasında Eskişehir-Afyon arasındaki ovaya tanrıçanın tapınaklarını temsil eden pek çok kaya anıtı yapılmıştı. Tümülüs geleneği Anadolu’ya yabancıydı ve Frigler tarafından Makedonya’dan getirilmişti. Kaya anıtları ve mezarlarının cephesinde karşılaşılan yüksek kabartmalar, Frig heykeltıraşlarının ulaştıkları başarının göstergesidir. M.Ö. 8. ve 7. y.y. lar da biri Kızılırmak’ın doğusunda, diğeri ise batısında olmak üzere, aynı ortak kökene dayanan ve sonradan farklı ürünler vermeye başlamış iki ayrı çömlek bezeme geleneğinin varlığı anlaşılmaktadır (Sevin, 1982, 248-272)

Oturan Kybele Figürini, döneminin özelliklerini taşımaktadır. Arkalıklı ve süslü bir taht üzerinde Ana Tanrıça oturmakta ve ayaklarını bir ayak taburesine dayamaktadır. Göğüs altı kuşaklı uzun hiton ve himation giysilidir. Sol elinde bedene dikey duran bir tympanon, sağ elinde ise omfalos’lu bir kase bulunur. Dizleri üzerinde Ana Tanrıçanın kutsal hayvanı aslan bulunmaktadır (Pasinli, Karagöz, 1993, 148). 

OTURAN KYBELE FİGÜRİNİ
Priene (Gülbahçe-Söke)
Helenistik Dönem M.Ö. 2. y.y.
P. T.
y: 30 cm., g: 15 cm. 
İstanbul Arkeoloji Müzeleri (Pasinli, Karagöz, 1993, 148)

Hint-Avrupa kökenli bir dil kullanan Friglerin yazıları tam olarak çözülememiştir. Frigler dokumacılık, marangozluk ve madencilikte çok ustaydılar. Gordion tümülüslerinde bulunan çivi kullanılmaksızın birbirine geçmelerle tutturulmuş panolar ve mobilyalar ile fibula adı verilen çengelli iğneler ve makara kulplu kâseler, kenarları boğa, kadın ve erkek büstleriyle bezeli kazanlar Friglere özgü eserlerdir (Sevin, 1982, 248-272).

Hint-Avrupa karakterli bir dilleri olan Lydialıların Batı Anadolu’ya geliş tarihleri kesin olarak bilinmemekle beraber, bazı araştırmacılar, Tunç Çağının sonlarında Frigler ile aynı zamanda (M.Ö. 1200) Anadolu’ya geldiklerini, bazıları ise M.Ö. 2. bin yıldan önce, doğudan geldiklerin söylemektedirler. Lydia’nın parlamasının nedeni bölgede bulunan altın madenleriydi. Bu madenin M.Ö. 7. y.y. ın başından beri Sardes’te işletilmeye başlaması Lydia’lıları zenginleştirmiş ve güçlendirmişti (Sevin, 1982, 276-306). Lydia’nın Anadolu’daki uygarlığa katkısı daha çok ekonomi dalında olmuştur. Altın sikkeler basarak ticaretteki değiş-tokuş usulünü değer ekonomisine çevirmişlerdir. 

Çok zengin olan Anadolu mozaiğinde sözü edilmesi gereken ve bugün de izlerine rastladığımız başka uygarlıklarda vardır. Demir Çağında incelenmesi gerekenler arasında Karia ve Lykia uygarlıklarını sayabiliriz. Hint-Avrupa ailesinden olan dilleri Hitit öncesi ögeler taşımaktadır. Karialıların daha önceleri Batı Anadolu’da yerleşmiş oldukları bilinen Leleglerden, Lykia’lıların ise Luvilerden geldikleri sanılmaktadır. Lykia uygarlığının en özgün örnekleri arasında kayalara oyulmuş mezarlar yer almaktadır. 

M.Ö. 547 yılında Lydia Krallığı’nın başkenti Sardes’in Pers ordularının eline geçmesiyle Tüm Anadolu Pers’lerin egemenliği altına girdi. Mezopotamya, Suriye, Mısır, Anadolu, Yunanistan ve Hindistan’ın bir kısmını egemenliği altında toplayan Persler, bunları uzlaştırıp, eski çağ uygarlıklarının bir sentezini oluşturmaya çalıştılar. Pers kralları yerli dinlere ve tanrılara büyük bir hoşgörü göstermekle, yabancı ulusların Pers egemenliğine ısınmalarına yardım ettiler. Pers İmparatorluğu’nun sağladığı bu uygun ortamda Batı ve Güneybatı Anadolu’daki Yunan kentleri önceleri, bir yandan İç Anadolu, öte yandan Ege bölgesi ve Balkan Yarımadası ile ticaret yaparak maddi refaha kavuştular. Persler’in devletlerine verdikleri yeni düzen Zaraduştra ya da Zerdüşt adını taşıyan bir düşünürün etkisi altında bulunmaktadır. Bu dinin en büyük tanrısı Ahuramazda idi. Herodotos’a göre, Persler tanrıları için tapınak, sunak ve de tanrı heykelleri yapmazlardı. Ancak Herodotos’un bu gözlemi gerçeği yansıtmaz. Çünkü Persler’in hem tapınak, hem sunak hem de tanrı heykelleri vardı. Örneğin, 2. Artaxerxes’in Susa, Ekbatana, Babylon ve imparatorluğun öteki merkezlerinde Tanrıça Anahita’nın heykellerini yaptırttığı bilinmektedir. Anadolu’da bulunan tüm Pers yazıtları Arami dilinde kaleme alınmıştır. Bununla beraber Persler anavatanlarında kendi çivi yazılarını kullanmışlardır. Persler Ön Asya’da çivi yazısını kullanan ulusların sonuncusudur (Sevin, 1982, 310-332). 

M.Ö 359’da Makedonya kralı olan II. Filip’in başkenti Aigai’de öldürülmesinden sonra, henüz 22 yaşında olan III. Alexandros (İskender) “ordu meclisi” tarafından kral tahtına çıkarılmıştır. İskender, M.Ö.334 yılı ilkbaharında, ordusuyla Hellespontos’a doğru yürüyüşe geçti ve kısa sürede Side’ye kadar olan tüm kıyı şeridini ele geçirdi, Hindistan’a sefer yaparak İndus Irmağı’na kadar olan ülkeleri ele geçirdi. İskender Adriyatik Denizi’nden İndus Irmağı’na, Aral Gölü’nden Mısır’a kadar uzanan ve içinde çeşitli ulusları bulunduran toprakları fethetmiştir. Halkların karışması doğuda sanat ve kültürün de karışmasını sağlamaya başlamıştı. Anadolu’ların, Persler’in, Mısırlılar’ın ve diğer Ön Asya halklarının ve kültürlerinin karışıp kaynaşmasıyla yeni bir kültür ve tarih dönemi açılmıştır. Bu dönem için Alman tarihçi J.G. Droysen Helenizm (Helenistik) terimini kullanmıştır (Özsait, 1982, 334-343).

Helenlerde din, aristokrat sınıfının olgusudur. ilias'taki kahramanların hepsi ünlü ailelerden gelmedir. Gerçekten bir kralın yanı başında yaşayan soylular baş tanrı Zeus'un emrinde olan tanrıları anımsatmaktadır. Helen dini antropomorftur, yani tanrılar insan kılığındadır ve insanlar gibi güzel ve kötü işler yaparlar. Helenlerde ayrıca orta ve fakir sınıf halkının taptığı ve dağlarda, ormanlarda büyük coşkularla düzenlenen bir inanç türü de mevcuttur. Tanrı kadın Kybele'nin öncülük ettiği bu tür inançlar Hıristiyanlığın ortaya çıkmasına değin Anadolu'nun aydın olmayan halkı arasında egemen olmuştur. Helenler dinsel inançlarına çok bağlıdırlar. Atina'daki Akropolis M.Ö. 6. ve 5. y.y. lar boyunca yalnızca tapınakların yer aldığı bir kutsal tepeydi, tıpkı Hattuşaş gibi. Bu yüzden Helen tanrılarının insanlar gibi yanlış yapmaları, günah işlemelerini görerek dinsel inançlarının pek güçlü olmadığı kanaatine varmak yanlış olur. Nitekim Urlalı Anaksagoras ve Trakyalı Protagoras'ın Atina'da bulundukları sırada Helen dinini eleştirmiş olmaları ve şehri terk etmek zorunda kalmaları çok ilgi çekicidir. Bu, dünya tarihinde ilk defa olmak üzere idarecilerini topraktan yapılmış oy pusulalarıyla seçen, yani demokratik düzeye ulaşmış halkın bile dine çok bağlı olduğunun belirgin bir göstergesidir.

Helenler her alanda olduğu gibi din ve mitoloji konularında da Mezopotamya ve Anadolu'nun etkisinde kalmışlardır. Örneğin, Hesiodos'ta Zeus'tan önce Kronos'un, ondan da önce Uranos'un baş tanrı olmaları Mezopotamya'daki Kumarbi efsanesinde de görülür. Helenlerin tanrıları şark ülkelerindeki tanrıların yaptıkları işi görür. Bu nedenle birçok Helen tanrısının Doğu kökenli olduğu anlaşılmıştır (Akurgal, 1998, s.319).  Helenizm tarihi 300 yıl sürmüş ve son Helenistik Dönem krallığı olan Ptolemaioslar’ın M.Ö. 30 yılında Romalılar tarafından ortadan kaldırılmasıyla son bulmuştur (Özsait, 1982, 343).

Ceasar zamanında Roma toprakları üzerinde 14 eyalet bulunmaktaydı. İç savaşların sonunda Mısır da Roma topraklarına katılarak Octavianus tarafından M.Ö 30’da eyalet haline getirilmiştir. Böylece Roma toprakları Akdeniz’in tüm çevresini çevirerek onu bir Roma denizi haline getirmiştir (Özsait, 1992, 380).

Constantinus’un Hıristiyanlığı kabul edişinden sonra, Roma hızla Hıristiyan kültürünün büyük bir merkezi olarak belirdi. Aynı zamanda Roma gerek yazınsal, gerek görsel bir klasik kültür çiçeklenmesi, giderek küçük bir grup pagan senatör öncülüğünde atasal pagan dininin geç bir dirilişini oluşturdu (Cornell, Matthews, 1988, 206).

Roma sanatı Doğuda Bizans’ı, Batıda Avrupa’yı etkilemiştir. Rönesans ve Ortaçağ, sanatı Yunan’dan değil Roma’dan öğrenmiştir. Rönesans ve Antikiteye dönüşte eski eserleri Roma anıtları temsil etmektedir ve daha sonra müzeleri oluşturacak ilk koleksiyonlarda Roma dönemine ait eserler toplanmıştır. Başlangıçta Roma üzerinde Yunan sanatının etkileri vardır. Geniş bir alana yayılmış Yunan sanatı ile Romalılar istila ettikleri yerlerde karşılaşmışlar, birçok heykel, tablo ve çeşitli sanat eserlerini Roma’ya taşımışlardı. Orjinalleri Klasik Çağa kadar uzanan bu heykel ve tabloların kopyalarını yapmışlardır (Özsait, 1992, 460).

Hıristiyanlığın etkisiyle ağırlığını hissettiren Rumlaşma süreci Doğu Roma'nın bölgede etkili güç olmasıyla, bölge halklarının kimliğini temsil eder konuma gelmiştir. Bizans artık Anadolu'da etkin bir güçtür ve İstanbul bu gücün odağıdır. Özellikle Roma Döneminden gelen geleneği devam ettirmek ve sanayiyi de canlı tutmak için Roma tanrılarının yerine İsa ve Meryem'in heykelleri evlerdeki tapınma yerlerini süslemeye başlamıştır.



KAYNAK:
S. TAHBERER, YLT/ADANA, 2006




                                                                                                                      Nabonidus
                                                                                                                      Mart 2016


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ANADOLUDA TARİH ÖNCESİ VE TARİHİ ÇAĞLAR

KURAN’DA TUFAN

İLK HUKUK KANUNLARI