ERKEN ANADOLU UYGARLIKLARI VE PİŞİRİLMİŞ TOPRAK FİGÜRİNLER
Tarihte “Küçük
Asya” ismiyle de yer alan Anadolu, coğrafi konumu nedeniyle, insanoğluna var olduğundan
buyana ev sahipliği yapan nadir yerleşim birimlerinden birisidir. Anadolu’nun
birçok yerindeki tarihi buluntular insanlık tarihinin bu topraklarda binlerce
yıl öncesine dayandığının ispatıdır.
Anadolu’daki insanın
varlığı günümüzden önce 600000 - 10000 yıllarına tarihlenen Eski Taş (Paleolitik)
Çağı’na değin uzanmaktadır. Bu dönemin insanı yaşamını avcılıkla ve toplayıcılıkla
sağlar. Taş ve kemikleri yontarak balta, bıçak, mızrak uçları gibi aletler üretmişlerdir.
Bu nedenle bu döneme Yontma Taş Çağı da denir. Bu dönemin bütün yeryüzündeki en
büyük buluşu iki çakmak taşının birbirine sürtülmesiyle ateşin elde edilmesidir
(Bayladı,1996,11).
Yaklaşık altı yüz
bin yıl süren bu dönemden sonra insanoğlu, Avrupa’da Mezolitik, Anadolu’da
Epipaleolitik diye adlandırılan ve M.Ö. 10000 - 8000 yılları arasına tarihlenen
Orta Taş Çağı’na erişmiştir. Çakmaktaşı ya da obsidyen mikrolitlerin ahşap bir
sapa sıra halinde çakılması ile yapılmış oraklar bu dönemin buluşları
arasındadır (Sevin,1997,17).
İnsanoğlu, eski
taş çağında edindiği deneyim ve birikimlerini orta taş çağında geliştirerek
uygarlık çağı diyebileceğimiz Cilalı ya da Yeni Taş (Neolitik) Çağı’na
taşımıştır. Arkeologlar bu çağı M.Ö. 8000 ile 5000 arasına yerleştirirler (Bayladı,1996,12). İnsan topluluklarının bu
dönemde üretime geçmesi bir dizi gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Kile
elle biçim vererek ateşte pişirmek,
böylelikle, Özellikle de üretim artığı besin maddelerini değerlendirmek
ve saklamak gibi günlük işlerde kolaylıklar sağlayacak çanak çömleği üretmek
önemli bir aşamadır.
Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’da, Çayönü Tepesinde bulunan ve M.Ö 7.
binyıla tarihlenen kadın heykelciği, stilize edilmiş oturur durumda, bacaklar
iki yana açık, büyük olasılıkla doğuran bir kadın şeklinde tasvir edilmiştir.
Başın ve bacakların uçları sivri bir üçgen biçimindedir. Arka yüzde kalçalar
gayet iri ve belirgin olarak işlenmiştir. Az kumlu, kısmen kırmızımsı devetüyü
renkli ve perdahsız yüzeylidir (Uzunoğlu, Baykal,
1993, 41). Bu pişirilmiş toprak kadın heykelciği döneminin özelliklerini
taşımaktadır.
KADIN HEYKELCİĞİ
Çayönü
Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ
M.Ö. 7000
P. T.
y:3,0 cm., g:3,0 cm., k:2,2 cm.
Diyarbakır Müzesi (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 41).
Yerleşik düzen
öncesi ve erken yerleşik düzen dönemlerinde insanlar kap kacaklarını ya ahşap
ya da taşları oyarak yapıyorlardı. Bu nedenle Neolitik Çağ’ın başlangıç
aşamasına “Aseramik Neolitik” ya da “Seramiksiz Neolitik” veyahut da “Çanak
Çömleksiz Neolitik” adı verilir. Bu çağın Anadolu’daki en iyi ve belki de en
erken temsilcileri güneydoğu bölgemizdeki Hallan Çemi, Göbekli Tepe, Çayönü ve
Nevali Çori’de saptanmıştır (Sevin,1997,21).
Aseramik Neolitik
dönemden sonra insanlar yavaş yavaş kilin özelliklerini keşfetmeye
başlamışlardır. Böylece kilin şekillendirilip ateşte pişirilmesiyle seramikli
dönem başlamış olur. Bu dönem seramikleri monokrom olarak yapılmıştır. Acemice
pişirme teknikleri yüzünden genellikle dışları siyah, içleri ise kırmızı
kalmıştır. Seramikli Neolitik Erken ve Geç Neolitik olmak üzere iki evrede
incelenmektedir.
Erken Neolitik
Dönem’de, yerleşik hayata geçen ve bugünkü yaşamın temelini atan insanoğlunun
Anadolu’da bu dönemi yansıttığı en önemli merkezi, Konya yakınlarındaki
Çatalhöyük’tür (Kulaçoğlu,1992,10).
Çatalhöyük’te, dinsel
açıdan boğa kültü ve ana tanrıça motifi çok ünlüdür. Aynı zamanda, insanın
tapınma gereksinmeleri sonucu ortaya çıkan ve mabetlerin temelini oluşturan
evin bir köşesindeki küçük tapınma alanı yapı kompleksleri içinde yer almıştır.
Bu alanlarda pişirilmiş toprak ve
taştan yapılmış heykelciklerle, kabartmalar ele geçmiştir. Buluntular
çoğunlukla kadın heykelciklerinden oluşmuştur. Erkek tasvirleri azdır. Bu
heykelciklerde dikkati çeken bir nokta da, her yaş grubunun temsil edilmiş
olmasıdır.
Çatalhöyük kadın
heykelcikleri genelde:
- Genç kadınlar,
- Çocuklu ya da
çocuk doğuracak kadınlar,
- Yaşlı kadınlar,
şeklinde betimlenir.
Çatalhöyük Erkek
heykelcikleri:
- Genç erkekler
(belki tanrıçanın oğlu),
- Yaşlı ve sakallı
erkekler şeklinde tasvir edilmişlerdir.
Ayrıca figürinler
arasında genç kızlar ve erkekler ile yaşlı kadınlar ve erişkin erkekler,
insanlar ile hayvanların bir arada tasvir edilenlerine de rastlanmaktadır.
Doğuran veya doğurganlığı vurgulanmış, iki yanında yer alan leoparlı tahtta
oturan bir tanrıça ile ikiz tanrıçalar figürinleri ile kabartma olarak yapılmış
üzerinde kutsal evlilik sahnesi yer alan tasvir dikkati çeken örneklerdir.
Çatalhöyük
kabartmaları iki tipte görülür;
- Yüksek
kabartmalar,
- Tam plastik
olarak işlenmiş hayvan başları,
Kabartmalar genel
olarak, kollarını ve bacaklarını iki yana açmış, veya sadece kollarını dans
eder durumda açmış olarak gösterilen kadınlar tasvir edilmişlerdir.
Kabartmalarda erkek figürlerine rastlanmamakla birlikte, bunların yerini yine
plastik olarak işlenmiş boğa başlarının tuttuğuna inanılmaktadır. Bu boğa
başlarının boynuzları gerçek hayvan boynuzları ile yapılmıştır. Tüm olarak
tasvir edilmiş tek hayvan leopardır (Kulaçoğlu,
1992, Ankara, 77).
Çatalhöyük’de bulunan Oturan Tanrıça Heykelciği; Kahverengi hamurlu,
krem astarlı, perdahlıdır. Elleriyle göğüslerini tutan çıplak tanrıça
bacaklarını sola doğru kıvırarak yan oturmuştur. Sağ eli ve başı onarımlıdır.
Boynunda altı iri boncuktan oluşan bir gerdanlığın izi görülmektedir. Şişman
kollarda pazular yumuşak bir şekilde yapılmıştır. Karna doğru sarkık dolgun
göğüsleri üzerine koyduğu ellerinde beş parmak ayrıntılı bir şekilde
belirtilmiştir. Karın bacaklarının üzerine sarkmıştır. Göbek deliği bir çukur
halindedir. Arkada sırt çizgisi yumuşak ifade edilmiş, kol, vücut ve bel-kalça
ayırımı gösterilmiştir. Kalçalar geniş ve dolgundur. Altına aldığı dolgun
bacaklarda baldır ve bacak ayırımı altta ve üstte derin yarıklar halinde
belirtilmiştir (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 52).
OTURAN TANRIÇA HEYKELCİĞİ
Çatalhöyük
Neolitik Çağ M.Ö. 6. binin ilk yarısı
P. T.
y:9,4 cm. g:6,7 cm.
Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi. (Uzunoğlu,
Baykal, 1993, 52)
Hacılar’dan Ayakta Duran Ana Tanrıça heykelciği döneminin özelliklerini
taşımaktadır. Kolları iki yanda, iri gövdeye bitişik, eller kalçalara dayalı,
ayakta duran, çıplak ana tanrıça tasviridir. Kalın boyun, iri başın devamı
şeklinde yapılmıştır. Çene çıkıntısı hafifçe belirtilmiştir. Badem biçimli
gözler kazıma çizgiler ile burun ve kulaklar kabartma olarak belirtilmiştir.
Saç arkada topuz biçimlidir. Çok geniş omuzlu, çıkık kalçalıdır. Kırmızı
perdahlıdır (Kulaçoğlu, 1992, 46).
AYAKTA DURAN ANA TANRIÇA HEYKELCİĞİ
Hacılar
Geç Neolitik Dönem M.Ö.6. bin
P. T.
Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi. (Kulaçoğlu,
1992, 46)
Neolitik Çağın, Anadolu’daki en önemli merkezlerinden biri de Burdur
yakınlarındaki Hacılar yerleşim yeridir. Sanatta ve inanışta, Çatalhöyük
medeniyetinin Hacılar’da kesintisiz olarak devam ettiğini gösteren buluntuların
başında, topraktan yapılmış Ana Tanrıça heykelcikleri gelmektedir. Ana Tanrıça
inancının, yaşamın her alanında etkili olduğunun en iyi örneğidir. Kullanım
gereçlerinden Kadın Biçimli Çömlek (antropomorfik kap); Hacılar’da Kalkolitik
çağda kum ve bitkisel katkılı hamurdan elde yapılmıştır. Krem astar üzerine
kızıl kahve rengi boya bezemelidir. Pişirilme çok iyi değildir. Gövdenin bir
kısmı ve dip kırık ve noksandır. Alçı ile tümlenmiştir. Kabın ağız ve boyun
kısmı bir kadın büstü, gövde şişman iri kalçalı hamile bir kadın şeklinde
biçimlendirilmiştir. Kap tümüyle bir kadın heykeli görünümündedir. Çömleğin
ağız boynunda yer alan başta, alına düşen saçlar zikzak bantlarla
gösterilmiştir. Alının ortasında sarkaçlı bir takı yer almaktadır. Kalın kaşlar
hem kabartma, hem de boya ile belirtilmiştir. Sivri burun, yarım daire şeklinde çıkıntılar
halindeki kulaklar, aynı zamanda kabın dik tutamaklarını oluşturmaktadır.
Burunda bir tutamak deliği de bulunmaktadır. Kakma iki küçük obsidyen parçası
gözleri temsil eder. Ağız gösterilmemiştir. Çene ve çene kemiği kabartma olarak
iyice vurgulanmıştır. Gözlerin altından, burun iki yanından inen hatlar,
yüzdeki derin kırışıklıkları ifade etmek için kullanılmış izlenimi vermektedir.
Kısa boyunda, düşey zikzak bantlarla, olasılıkla kalın bir boyun halkası
gösterilmektedir. Göğüste iki küçük kabartı memeleri simgeler. Kadın kollarını
dirsekten öne kıvırmış, elleriyle omurgalı derin bir kaseyi tutar durumdadır.
Zikzak bezekli kase, Hacılar I kaselerinin hemen aynısıdır. Kaseyi tutan
ellerde parmaklar uzun boya bantlarla gösterilmiştir. Karından kalçalara doğru
açılan çapraz bantlar olasılıkla giysiyi simgeler. Kadın figürininin arka
kısmında iki düşey zikzak bant grubu arasında, bozuk baklava motifleri yer
almaktadır. Bu bezeklerle kadının sırtı, kalça ayırımı ve uzun saçlarla
betimlenmiştir. Bu çömlek Kalkolitik çağda Hacılar kadınının tipini, giysisini,
takılarını ve günlük yaşamdaki uğraşısını yansıtmaktadır (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 68).
KADIN BİÇİMLİ ÇÖMLEK
Hacılar
Kalkolitik Çağ M.Ö. 6. binyılın son çeyreği
P. T.
y: 28,7 cm., ç: 20,4 cm.
İstanbul Sadberk Hanım Müzesi. (Uzunoğlu, Baykal,
1993, 68)
Hacılar’da,
evlerin tabanlarında ya da ocaklar etrafında ele geçen tanrıça figürinlerini
de, Çatalhöyük’tekiler gibi gruplara ayırabiliriz.
Bunlar:
- Ayakta duran
tanrıça heykelcikleri,
- Oturan tanrıça
heykelcikleri,
- Uzanmış,
dinlenir durumdaki tanrıça heykelcikleri,
- Tahtında oturan
tanrıça heykelcikleridir.
Genç kadın
heykelciklerinde saçlar daima at kuyruğu şeklinde, yaşlı kadınlarda ise topuz
yapılmış olarak ifade edilmiştir. Erkek heykelciklerinin Hacılar’da hiç
bulunmamasına karşın, erkek çocuk tasvirlerine anasının kucağında ya da tanrıçası
ile birlikte yer verilmiştir (Kulaçoğlu,1992,10-11).
Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’da en eski Çanak Çömlekli Neolitik Çağ yerleşmesi çanak çömlek öncesi
dönemden beri iskan görmüş olan Çayönü’nde saptanmıştır (Sevin,1997,44). Geç Neolitik Dönem’e geçişi tanıtan bu
yerleşmelerden Çatalhöyük düzeyine eriştiği anlaşılan Erbaba (Beyşehir),
Kuruçay’dakilerin aksine tarımı bilen ve avcılıkla çok fazla uğraşmadığı
kullanılan alet tiplerinden anlaşılmaktadır. Kullanım gereçleri kaba hamurlu
siyah ve kahverengidir. Daha geç evrede kapların kili içine minik deniz
canlılarının kabukları (günümüzde özsüz inorganik maddeler kullanılmaktadır)
katılmıştır. Pişirilmiş topraktan insan heykelcikleri de yapılmıştır.
Niğde il
merkezinin güneyindeki Köşkhöyük, küçük bir yerleşme yeri olmakla birlikte,
özellikle ilginç küçük buluntularıyla dikkat çekmektedir. Köşkhöyük buluntuları
arasında, pişirilmiş topraktan yapılmış insan figürinlerinin yanı sıra, diğer
Neolitik merkezlerde görülmeyen kabartmalarla süslenmiş vazolarda önemli bir
yer tutar. Ayrıca buluntular arasında kapların üzerine boya ile yapılmış hayvan
tasvirleri ve Hacılar’da da gördüğümüz hayvanın kendisi biçiminde yapılmış
vazolar da vardır (Kulaçoğlu,1993, 28). Bu
dönemin diğer önemli merkezleri arasında Kuruçay Höyük (Burdur) ve Gözlükule (Tarsus)
sayılabilir.
Geç Neolitik
Dönemde avcılığın yeri oldukça azalmış, bunun yerine kuru tarım
yaygınlaşmıştır. Çanak çömlek yapımı da iyice yaygınlaşmış, elde
biçimlendirmenin devam etmesine rağmen daha ince çeperli, daha iyi pişirilmiş,
kahve, gri, devetüyü renklerinde seramikler yapılmıştır. Oldukça az sayıda krem
astar üzerine kımızı bezemeli kaplara da rastlanmıştır. İlk olarak insan başı
ve hayvan biçimli kaplara da bu dönemde rastlanır.
Yaşama biçiminin
değişimiyle birlikte inanç sisteminde de değişiklikler ortaya çıkmıştır. Av ile
ilgili sahneler unutulmuş yerine üreme, çoğalma kaygısı ile ilgili olarak
Anatanrıça inancı yaygınlaşmıştır. Kadının doğurganlığı ön plana çıkmış,
avcılıkla birlikte doğumdaki rolü henüz bilinmeyen erkek ikinci plana
itilmiştir. Çoğu evlerde ele geçirilmiş figürler bir ev kült yerinin varlığını
işaret etmektedir.
Bu dönemin
gelişkin figürinlerinde ana konu iri badem gözlü, şişman ve çıplak Ana Tanrıça
ve çocuğudur. Figürinler genellikle kilden, ender olarak da taştandır (Sevin,1997,49). Çatalhöyük, Hacılar, Canhasan,
Kuruçay, Gözlükule, Yümüktepe, Fikirtepe bu dönemin önemli yerleşmelerindendir.
Anadolu’nun hemen
hemen tüm Neolitik yerleşmelerinde karşımıza çıkan çıplak kadın heykelcikleri,
din tarihi ve sosyal tarih açısından önem taşımaktadır. Tapınılan varlığın dişi
olması, Neolitik insanlarının anaerkil bir toplum içinde yaşadıklarını
göstermektedir. Anaerkil yaşam Anadolu’da uzun zaman devam etmiştir. Hatta
Hititler ve Frigler’de bile izleri görülmektedir. Bu dönemde, insanoğlunun
belki en orijinal ve etkin oluşturusu, heykeltıraşlık örnekleri diyebileceğimiz
çıplak kadın heykelcikleridir (Kulaçoğlu,1992,11).
Geç Neolitik
dönemde yaşanan yangınlardan sonra ileri üretici dönem denen, M.Ö. 5500 - 3000
yılları arasına tarihlenen Kalkolitik Dönem (Bakır Taş Çağı) başlamıştır.
Kalkolitik Dönem’in en önde gelen iki özelliği bakır aletlerin taşın yerine
geçmeye başlaması ve kökleri Neolitik Çağa uzanan boya bezemeli çanak
çömleklerin yapımına başlanmasıdır. Ayrıca döküm tekniği ile iki ayrı maden
filizinin birlikte eritilerek kullanılışı Kalkolitik Çağın ortaya koyduğu
yenilikler arasındadır. Önemli yerleşim yerleri arasında Hacılar, Kuruçay,
Canhasan, Köşkhöyük, Yümüktepe, Tülintepe, Norşuntepe, Korucutepe, Samsat ve
Tilkitepe sayılabilir.
Canhasan
kazılarında ele geçen, pişirilmiş toprak ve taştan yapılmış tanrıça figürinleri
Kalkolitik Dönem dini inanışını temsil etmektedir. Bölgesel özellikler gösteren
bu figürinler Canhasan’a Erken Kalkolitik Çağ Anadolu’sunda, dini inanış ve
tasvir sanatı bakımından özel bir yer sağlar (Kulaçoğlu,1992,11).
Elleriyle yanaklarını tutarak ağıt yakar durumda tasvir edilen “Kurs
Yüzlü Kadın” Heykelciği, iyi bir örnek oluşturmaktadır. Belden aşağı kısmı
kırık ve noksandır. Önde hafif bombeli kurs biçimindeki yüz, adeta bir levha
gibi başın önüne yerleştirilmiştir. Üstte üç çapraz çentikle saçlar
belirtilmiştir. Yüzde kazınarak şekillendirilmiş, merkezleri çukur iki dairenin
üst yayları daha derin kazınarak hem kaşlar, hem de gözler ifade edilmiştir.
Göğüsler birbirine orantısız aplike çıkıntı halindedir. (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 72)
KURS YÜZLÜ KADIN HEYKELCİĞİ
Afyonkarahisar
İlk Tunç Çağı I
M.Ö. 3. binyılın başı
Afyon Müzesi (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 72)
İkinci evreyi
oluşturan geç Kalkolitik Dönem kabaca M.Ö. 4. bine tarihlenir. Anadolu bu
dönemde büyük olasılıkla boğazlar üzerinden gelen göçlere sahne olmuştur. Buna
bağlı olarak nüfus artmış ve yeni yerleşim yerleri ortaya çıkmıştır. Artık
Anadolu’nun bütününde homojen bir kültürden söz etmek söz konusu değildir.
Göçlerle gelen etkiler sonucu eski ince kap formlarının yanında onlardan
tümüyle farklı, siyah zemin üzerine beyaz boya ile yapılmış çizgilerle bezenmiş
yeni kap çeşitleri ortaya çıkmıştır. Daha önceki gerçekçi Ana Tanrıça
figürinlerinin aksine son derece soyut, fakat yine Ana Tanrıçayı ifade eden,
mermerden yapılma idoller yaygınlaşmıştır.
M.Ö. 3000-1200 yılları arasındaki bu dönemde bakıra kurşun ve kalay
karıştırılması ile tunç elde edilmiş ve Anadolu'da Eski Tunç Çağı başlamıştır.
Kazılarda bulunan çanak çömleğin yapısına, üretimde ve mimaride kullanılan
teknolojinin düzeyine göre Erken, Orta ve Geç Tunç olmak üzere üç evrede
incelenir. Orta Tunç Çağı’na ait olan Heykelcik, Çan şeklindeki etekli
heykelciğin küçük başı, kuş başını andırmaktadır. Aşağı doğru genişleyen kalın
boynun altındaki seramik gövdenin üst kısmı yassıdır. Kollar yana doğru açılan
üçgen çıkıntılar halindedir. Bezeme, pembemsi bej rengi üzerine siyah boya
sürülerek yapılmıştır. Çan etekliğin iç kısmı boş olup düzeltilmiştir. Heykelciğin ters çevrildiğinde çan etekliğin
iç kısmının bir kadeh olarak kullanılmış olması olasıdır (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 99).
HEYKELCİK
İmamoğlu höyüğü
Orta Tunç Çağı M.Ö. 2. binyılın başı.
P. T.
y: 8 cm, g: 5,3 cm.
Malatya Müzesi (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 99)
İlk Tunç Çağında
kadın bedenlerinin, Neolitik ve Kalkolitik Çağların steatopijik (şişman, etli
butlu, abartılı vücut hatları olan) kadınları yerine, yassı ancak ince bedenli
figürin ve idolden oluşan iki farklı biçim alması dikkat çekicidir. Her iki
gruptan oluşan yüzlerce örnek incelendiğinde, idol ve figürin arasındaki ince,
içeriksel ayrımın giderek belirginleştiği fark edilmiştir. Çoğunlukla ya
ellerini dizlerinin üstüne koymuş oturuyor ya da ayakta ellerini yukarı doğru
kaldırmış biçimde tasvir edilmiş kadınlar, Tunç Çağı öncesi dönemdekilerden çok
farklıdırlar. Özellikle Bursa-Eskişehir-Afyon-Isparta illerini kapsayan geçiş
bölgesinde ele geçen oturur durumdaki kadın heykelcikleri, ellerini dizlerine
koymuş, uzun boyunlarını bir kenara bükerek sakin, suskun ve sanki birisini ya
da bir topluluğu dinleyen ya da ellerini yüzüne kapamış, korkmuş, pişman, üzgün
bir şekilde ifade edilmişlerdir. Orta Anadolu’da da benzer duygusal pozisyonda
kadın figürleri bulunmuştur. Bu da bize Tunç Çağı kadınlarının güçlü ve her
şeye hakim bir Ana Tanrıçadan çok, adeta daha insani bir kişiliğe bürünmüş
olduğunu göstermektedir (Aydıngün,2005,31-34).
Anadolu, Eski Tunç Çağı idolleri arasında erkek ender olarak tasvir
edilmiştir.
İlk Tunç Çağı’ında tasvir edilmiş olan İdol, devetüyü kum katkılı
hamurlu, gri astarlıdır, Yarım kurs başlı, uzun boyunlu, yarım kurs gövdeli,
yassı, şematik bir idoldür. Yüzde, ortada birleşen yay şeklinde kaşlar, iri
baskı noktacıklar halinde gözler yer almaktadır. Düşük omuzların altında
göğüsleri simgeleyen iki iri baskı noktacık bulunmaktadır. Bel kısmı yanlardan
oyularak ve göğüslerin altında üst üste iki yatay derin çizgi ile
işaretlenmiştir. Yarım kurs şeklindeki gövdenin alt kısmında iç içe düzenlenmiş
çizgilerin bir giysiyi veya pubis bölgesini simgelemiş olması olasıdır. Bütün
baskı noktaların ve kazıma çizgilerin içi beyaz bir madde ile doldurulmuştur (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 75).
İDOL
Etiyokuşu
İlk Tunç çağı M.Ö. 3.binyıl
P. T.
y: 6.4 cm, g: 3.8 cm, k: 0.8 cm.
Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi (Uzunoğlu,
Baykal, 1993, 75)
Bu evrede Anadolu'da yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan en
önemli yerleşim yerleri arasında Troia I, Demircihöyük, Semahöyük, Beycesultan,
Gözlükule, Alişar, Alacahöyük, Karaoğlan, İkiztepe, Kültepe ve Norşuntepe
sayılabilir.
Dönemin sonlarında zengin ve etkin bir beyliğin merkezi gibi görünen
Alacahöyük'ün en önemli özelliği kral mezarları olarak adlandırılan 13 gömüdür.
Bu mezar armağanları Troia hazineleriyle çağdaş olup benzer nitelikte altın,
gümüş, elektrum, tunç ve demirdendir. Bu mezar hediyelerinin en ilginçlerini
hatalı olarak "Hitit Güneş Kursları" diye adlandırılan geyik ve boğa
motifli, son derece karmaşık ve gelişmiş dökme ve dövme teknikleriyle yapılmış
tunç diskler oluşturmaktadır.
Diğer bir önemli gelişme ise Anadolu'da ilk kez bu dönemde görülen
çömlekçi çarkının Troia'da kullanımı ve tüm Anadolu’da yayılmasıdır. Çarkın
kullanımıyla birlikte çok değişik formlarda kaplar yapılmaya başlanmıştır.
Kalkolitik dönemde görülmeye başlanan insan ve hayvan şeklindeki kaplar en
favori kap formlarını oluşturmaktadır.
Erkek şeklindeki törensel kap, açık kahverengi hamurdan çarkta
yapılmıştır. Ağzında sabit kapağı bulunan kısa boyunlu, yuvarlak gövdeli, düz
dipli, tek kulplu ve emziklidir. Kapak, ağız ve boyun kısımları bir insan başı
ve boynu, yuvarlak gövdesi insan gövdesi, emziği iri bir penis şeklinde
biçimlendirilmiştir. Tümüyle bir erkek heykelciği görünümü vermektedir. M.Ö. 2.
binlerin başından itibaren Anadolu’ya yazı girmiş ve yepyeni bir dönem
başlamıştır. Hatti ve Hititler’le birlikte ilk devlet sisteminin ortaya çıktığı
bu topraklarda yönetim erkeklerin eline geçmiştir (Aydıngün,2005,81).
ERKEK ŞEKLİNDE TÖRENSEL KAP
Afyonkarahisar
Orta Tunç Çağı M.Ö. 2. binyılın ilk çeyreği
P. T.
y: 9,8 cm., g: 11,5 cm., ç: 6,7 cm.
Afyon Müzesi (Uzunoğlu, Baykal, 1993, 98)
Hititler hiçbir
zaman Mezopotamya’daki Sümer, Babil ve Eski Mısır kültür seviyesine
ulaşamamışlardır. Bıraktıkları yazılı belgeler, onların içeriye dönük
kaliteleri ile arkeolojik eserlerin nitelik ve nicelikleri açısından da bu her
iki kültürün çok çok altındadırlar (Ünal, 2002, Kitap
I, 5).
Hitit anlayışında
tanrıların fiziki şekilleri insan gibi (antropomorf) olduğu kadar, ruhen de
onlarla aynıdırlar, tıpkı insanlar gibi yerler, içerler, eğlenirler, severler,
nefret ederler, kavga ederler, ihtiras yaparlar, isterlerse yardım eder,
istemezlerse sırt çevirirler. Onlar arasında da birinci sınıf hiyerarşi vardır.
Büyük ve baş tanrılar hep öndedir, hep en başta anılırlar. Tanrıların da tıpkı
insanlar gibi meslekleri ve uzmanlık sahaları vardır. Tanrıları insanlardan
ayıran tek öğe, onların ölümsüz olmalarıdır. Heykel kabartma, figürin,
kabartmalı vazolar, mühürler ve diğer arkeolojik buluntular yanında Hitit
tanrılarının ikonografyasını en iyi anlatan metinler, tanrı tasviri dediğimiz,
kendine has bir metin türünden gelmektedir. Tanrı tasviri metinlerinden, tanrı
figürlerinin büyük boy helkelerinden ziyade en fazla 20 - 25 cm. boyunda küçük
figürinler olduğu anlaşılmaktadır. Boğazköy, Alacahöyük ve Amasya heykelcikleri
de metinlerin verdiği bu bilgileri teyid eder. Arkeolojik buluntular arasında
ortostatlarda veya kaya kabartmalarında karşımıza çıkan büyük boy tanrı
tasvirleri ise, metinlerde tarif edilmemektedir. Heykeller tanrıları temsil
etmektedir ve onların yapım ve bakımına özel bir titizlik gösterilir. Sürekli
olarak yıkanmaları, madeni olanların paslanmaması için yağlanmaları, temiz
tutulmaları, çok önemli bir yer tutar. Tüm bunlar, Hitit dininde kültün
bölünmez parçalarıdır. Tapınaklar, insanların tanrılara tapındıkları,
bayramlarını kutladıkları, tanrı heykelleri ve diğer kıymetli eşyaların
saklandığı yapılardır. Başka bir deyimle, tapınaklar tanrıların yeryüzünde
bulundukları sırada geçici olarak ikamet ettikleri yerdir (Ünal, 2002, Kitap II, 80-85). Yazılı tarih
öncesinin isimsiz “Ana Tanrıçası” Hitit’te baş tanrıça “Kubaba” adıyla kimlik
kazanır. Tıpkı Çatalhöyük’ün “Ana Tanrıçası” gibi Kubaba’nın da yanında
leoparlar ya da aslanlar yer almaktadır (Aydıngün, 2005,
81).
Eski Hitit Dönemi, niş içinde oturan tanrı heykeli, devetüyü renginde
hamurlu, hamuruna kum taneleri (silt) katılmış olup, kırmızı astarlı ve perdahlıdır.
Kenarları kalınlaştırılmış dikdörtgen biçimli bir niş içinde oturan bir erkek
tasvir edilmiştir. Kalınlaştırılmış kenar daire ve yıldız motifleri ile
süslenmiş olup içleri beyaz boya ile doldurulmuştur. Tanrının başında yüksek
bir başlık vardır. Kulaklar başa oranla büyük olarak işlenmiştir. Gözler iri
yuvarlaklar şeklinde, burun iri ve küttür. Ağız bir hat şeklinde yapılmıştır.
Kollar vücuda göre oransızdır. Birini öne doğru uzatmıştır. Bacaklar çok
kısadır. Figür kaba yapılmıştır. Oturduğu tabanda, olasılıkla kutsal nesnelerin
yer aldığı kabartmaların kırılma izleri vardır (Kulaçoğlu,
1992, 199).
NİŞ İÇİNDE OTURAN TANRI
İnandık Höyüğü
Eski Hitit Dönemi M.Ö. 17-16. y.y.
y: 16,3 cm., g: 17,3 cm.
P. T.
(Kulaçoğlu, 1992,117)
Hitit tarihinin
son dönemi aynı zamanda Tunç Çağı’nın da sonu olmuştur. Başkent Hattuşaş’ın,
M.Ö. 1200 yıllarında Karadeniz dağlarından gelen Kaşkalar tarafından yakılıp
yıkılması ile Hitit geleneği Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Mezopotamya dağılır.
Hattuşa’da, Alacahöyük’te ve daha birçok Anadolu yöresinde tanıyageldiğimiz
sanat eserleri değişik biçimlere bürünür.
Demir Çağı’nda
(M.Ö. 1200 - 750/700) Anadolu yarımadası çeşitli topluluklara ait büyüklü
küçüklü beyliklerin yönetiminde bulunmaktaydı. Güney Anadolu’da ve kısmen
Suriye’de olmak üzere Geç Hititler, Doğu Anadolu’da Hurrilerin devamı olan
Urartular, Orta Anadolu’da Frigler, Batı Anadolu’da Lydialılar, Güneybatı
Anadolu’da Lykialılar ve Ege’de İonlar üstün değerde uygarlıklar kurmuşlardır.
Bu topluluklar Mısırlılar, Fenikeliler ve Babillilerle birlikte Hellen
uygarlığı üzerinde büyük ölçüde etki yaparak, bugünkü dünya kültürünün
oluşmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Geç Hitit
yontuculuğunun, en büyük bölümünü mimaride kullanılmış olan plastik eserler
oluşturmaktadır. Geç Hitit sanatının getirdiği yenilik, bağımsız olarak duran,
taştan yapılmış tam plastik anıtsal tanrı ve hükümdar tasvirlerinin oluşturulmuş
olmasıdır. Buna karşılık, M.Ö. 2. bin yılda yaygın olarak yapıldığı anlaşılan
maden heykelciklerin, Geç Hitit döneminde sadece bir örnekle temsil edilmesi
dikkati çekmektedir. M.Ö. 850’den sonraya tarihlenen gelişim döneminde Hitit
sanatında özellikle vücut hacmi çok iyi belirtilmeye başlanmış, ayrıntılar
eskiye oranla daha iyi gösterilmiştir. Figürlerde Asur sanatının etkileri hemen
göze çarpmaktadır (Dinçol, 1982, 133-135).
M.Ö. 9-6. y.y. lar arasında çekirdeğini Van Gölü çevresinin oluşturduğu
Urartu Krallığında sanat, Saray, Kent ve Halk sanatı olmak üzeri üçe
ayrılmaktadır. Urartu sanatı Asur sanatından etkilenmiştir ve benzer özellikler
görülmüştür. Bu nedenle krallığın ilk yıllarında çivi yazısı ile birlikte
Akadça’yı ve kil tabletleri, Asurlular’dan taklit eden Urartulular, birçok
tanrı adını da Asur ideogramı ile yazmışlardır. Urartu dini çok tanrılıydı. En
önemli tanrıları Haldi (Savaş Tanrısı), Teişeba (Fırtına Tanrısı-Hititlerde
Teşup) ve Şivini (Güneş Tanrısı) idi. Urartular bu tanrılara açık hava kutsal
alanları yanında kendilerine özgü büyük bir kompleks oluşturan tapınaklarda da
törenler düzenlerlerdi. Bu tapınakların en ilginç özelliği tanrı heykelinin
durduğu kare planlı yüksek kuledir. Dış yüzlerine tanrılara adak olarak sunulmuş
tunç kalkanların asılı olduğu bu yapıların iç duvarları mavi ve kırmızının
egemen olduğu duvar resimleriyle bezeliydi. Bu tür tapınaklara örnek olarak
Ağrı’nın Patnos ilçesindeki Aznavurtepe kalesindeki tapınak ile Toprakkale’de ki
tapınak verilebilir. Dilleri Hurrice ile akraba olan Urartular, çivi ve
hiyeroglif yazısı kullanıyorlardı. Urartu ülkesi ve çevresi gümüş, bakır ve
demir kaynakları açısından zengin olduğundan maden işlemeciliği oldukça
gelişmişti. Kuyumculuk, kabartmalarla süslü tunç kemerler, tunçtan heykeller,
kazanlar, at koşum takımları, mobilya aksamları ve silahlar ile demirden
şamdanlar dikkat çekicidir. Urartu Krallığı’nın ilk yıllarına ait sanat
eserleri üzerindeki aslan, boğa, hayat ağacı ve kanatlı güneş motifleri, Mısır
ve Mezopotamya kültürlerinden esinlenen Asur kökenlidir (Belli, 1982, 140-198).
ERKEK HEYKELCİĞİ VE ERKEK HEYKELCİĞİ PARÇASI
Adilcevaz - Kef Kalesi
Urartu; M.Ö. 8-7 yy.
P. T.
y: 16 cm.
(Kulaçoğlu, 1992, 134-135)
Eski Yunan uygarlığının temelleri Batı
Anadolu kıyısındaki İonia kentlerinde atılmıştır. Anadolu’da M.Ö. 7. ve 6.
yy.ları kapsayan Arkaik Dönem’de, İonnia’nın çok özel bir yeri vardır. Dor
istilasını izleyen yıllarda, Yunanistan ilkellikten kurtulamamışken, İonia
kentleri Eski Yunan edebiyatı, bilim ve felsefesinin ana hatlarını çizmekteydi.
İonia’da Babil, Mısır ve Anadolu’dan alınan bilgilerin sınıflanıp, teorik
açıklamalarda kullanıldığı dönemde, Yunanistan hala karanlıklar içindeydi. M.Ö.
6. y.y. da, ilk olarak, hiçbir siyasi etki altında kalmaksızın, pratik yarar
için değil de, yalnızca doğruya ulaşma uğrunda kafa yormaya başlayan
Miletoslular ile birlikte bilimsel çabanın gerçek belirtileri ortaya çıkmıştır (Sevin, 1982, 238).
Bir kadın figürini deve tüyü rengi hamurdan yapılmıştır. Kiremit
kırmızısı renginde astar boyalıdır. Ayakta duran ve ellerini karnı üzerinde
birleştirmiş olan figür tapınma pozunda bir rahibeyi göstermektedir. Kahverengi
bir boya ile belirtilmiş yüz hatlarında arkaik bir ifade vardır. Uzun bir örtü
altında bulunan saçlarından ikişer lüle, önde göğsü üzerine iner. Giysinin kolu
kuşaklıdır ve eteği diagonal çizgilerle süslüdür. Eserin arkası düz
bırakılmıştır (Pasinli, Karagöz, 1993, 145)
KADIN FİGÜRİNİ
Efes – Selçuk
Arkaik Dönem M.Ö.
6. Ephesos y.y.
P. T.
y: 12,6 cm.
Efes Müzesi (Pasinli, Karagöz, 1993, 145)
Antik çağ
yazarlarından Herodotos ve Strabon’a göre, o zamanlar Brygler ya da Brigler
adını taşıyan Frigler, Anadolu’ya Makedonia ve Thrakia’dan boğazlar yoluyla
girmişlerdir. M.Ö. 8. y.y.’lın ortalarında merkezi bir devlet kuran Friglerin
kurucularının Gordios olduğu sanılmaktadır. En güçlü oldukları ve Friglerce
kutsal olan bölge Eskişehir, Kütahya ve Afyon civarıydı. Epiktetos Frigya
(Kutsal Finike) denilen bu bölgede bulunan Midas kentinin dini açıdan da büyük
önemi vardı. Friglerin çok tanrılı bir dinleri vardı. Güneş Tanrısı Sabazios
ile Ay Tanrısı Men bunlardan en tanınmışlarıydı. Ancak Frigler denince akla ilk
gelen tanrıça Kybele’dir. Anadolu’da Erken Neolitik Dönemden beri tapınılan
Kybele Frigler için bir doğa tanrıçası, hatta doğanın bizzat kendisiydi. Kybele
için en büyük tapınma yeri Pessinus’ta (Sivrihisar - Ballıhisar) idi. Burada
tanrıçayı siyah meteorik bir taş temsil ediyordu. Frigler bu tanrıçayı o kadar
benimsediler ki, tüm ülkelerini Agdistis Dindymene de dedikleri Kybele’nin
mülkü saydılar. Bunun sonucunda, aslında bir Anadolu tanrıçası olduğu halde
Kybele tarihe bir Frig tanrıçası olarak geçti.
Kybele kutsal
alanları genellikle kayalıklar üzerine yapılmıştı. Çünkü tanrıçanın buralarda
yaşadığına inanılıyordu. M.Ö. 8.-6. y.y. lar arasında Eskişehir-Afyon
arasındaki ovaya tanrıçanın tapınaklarını temsil eden pek çok kaya anıtı
yapılmıştı. Tümülüs geleneği Anadolu’ya yabancıydı ve Frigler tarafından
Makedonya’dan getirilmişti. Kaya anıtları ve mezarlarının cephesinde
karşılaşılan yüksek kabartmalar, Frig heykeltıraşlarının ulaştıkları başarının
göstergesidir. M.Ö. 8. ve 7. y.y. lar da biri Kızılırmak’ın doğusunda, diğeri
ise batısında olmak üzere, aynı ortak kökene dayanan ve sonradan farklı ürünler
vermeye başlamış iki ayrı çömlek bezeme geleneğinin varlığı anlaşılmaktadır (Sevin, 1982, 248-272).
Oturan Kybele Figürini, döneminin özelliklerini taşımaktadır. Arkalıklı
ve süslü bir taht üzerinde Ana Tanrıça oturmakta ve ayaklarını bir ayak
taburesine dayamaktadır. Göğüs altı kuşaklı uzun hiton ve himation giysilidir.
Sol elinde bedene dikey duran bir tympanon, sağ elinde ise omfalos’lu bir kase
bulunur. Dizleri üzerinde Ana Tanrıçanın kutsal hayvanı aslan bulunmaktadır (Pasinli, Karagöz, 1993, 148).
OTURAN KYBELE FİGÜRİNİ
Priene (Gülbahçe-Söke)
Helenistik Dönem M.Ö. 2. y.y.
P. T.
y: 30 cm., g: 15 cm.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri (Pasinli, Karagöz,
1993, 148)
Hint-Avrupa
kökenli bir dil kullanan Friglerin yazıları tam olarak çözülememiştir. Frigler
dokumacılık, marangozluk ve madencilikte çok ustaydılar. Gordion tümülüslerinde
bulunan çivi kullanılmaksızın birbirine geçmelerle tutturulmuş panolar ve
mobilyalar ile fibula adı verilen çengelli iğneler ve makara kulplu kâseler,
kenarları boğa, kadın ve erkek büstleriyle bezeli kazanlar Friglere özgü
eserlerdir (Sevin, 1982, 248-272).
Hint-Avrupa
karakterli bir dilleri olan Lydialıların Batı Anadolu’ya geliş tarihleri kesin
olarak bilinmemekle beraber, bazı araştırmacılar, Tunç Çağının sonlarında
Frigler ile aynı zamanda (M.Ö. 1200) Anadolu’ya geldiklerini, bazıları ise M.Ö.
2. bin yıldan önce, doğudan geldiklerin söylemektedirler. Lydia’nın
parlamasının nedeni bölgede bulunan altın madenleriydi. Bu madenin M.Ö. 7. y.y.
ın başından beri Sardes’te işletilmeye başlaması Lydia’lıları zenginleştirmiş
ve güçlendirmişti (Sevin, 1982, 276-306). Lydia’nın
Anadolu’daki uygarlığa katkısı daha çok ekonomi dalında olmuştur. Altın
sikkeler basarak ticaretteki değiş-tokuş usulünü değer ekonomisine
çevirmişlerdir.
Çok zengin olan
Anadolu mozaiğinde sözü edilmesi gereken ve bugün de izlerine rastladığımız
başka uygarlıklarda vardır. Demir Çağında incelenmesi gerekenler arasında Karia
ve Lykia uygarlıklarını sayabiliriz. Hint-Avrupa ailesinden olan dilleri Hitit
öncesi ögeler taşımaktadır. Karialıların daha önceleri Batı Anadolu’da
yerleşmiş oldukları bilinen Leleglerden, Lykia’lıların ise Luvilerden
geldikleri sanılmaktadır. Lykia uygarlığının en özgün örnekleri arasında
kayalara oyulmuş mezarlar yer almaktadır.
M.Ö. 547 yılında
Lydia Krallığı’nın başkenti Sardes’in Pers ordularının eline geçmesiyle Tüm
Anadolu Pers’lerin egemenliği altına girdi. Mezopotamya, Suriye, Mısır,
Anadolu, Yunanistan ve Hindistan’ın bir kısmını egemenliği altında toplayan
Persler, bunları uzlaştırıp, eski çağ uygarlıklarının bir sentezini oluşturmaya
çalıştılar. Pers kralları yerli dinlere ve tanrılara büyük bir hoşgörü
göstermekle, yabancı ulusların Pers egemenliğine ısınmalarına yardım ettiler.
Pers İmparatorluğu’nun sağladığı bu uygun ortamda Batı ve Güneybatı
Anadolu’daki Yunan kentleri önceleri, bir yandan İç Anadolu, öte yandan Ege
bölgesi ve Balkan Yarımadası ile ticaret yaparak maddi refaha kavuştular.
Persler’in devletlerine verdikleri yeni düzen Zaraduştra ya da Zerdüşt adını
taşıyan bir düşünürün etkisi altında bulunmaktadır. Bu dinin en büyük tanrısı
Ahuramazda idi. Herodotos’a göre, Persler tanrıları için tapınak, sunak ve de
tanrı heykelleri yapmazlardı. Ancak Herodotos’un bu gözlemi gerçeği yansıtmaz.
Çünkü Persler’in hem tapınak, hem sunak hem de tanrı heykelleri vardı. Örneğin,
2. Artaxerxes’in Susa, Ekbatana, Babylon ve imparatorluğun öteki merkezlerinde
Tanrıça Anahita’nın heykellerini yaptırttığı bilinmektedir. Anadolu’da bulunan
tüm Pers yazıtları Arami dilinde kaleme alınmıştır. Bununla beraber Persler
anavatanlarında kendi çivi yazılarını kullanmışlardır. Persler Ön Asya’da çivi
yazısını kullanan ulusların sonuncusudur (Sevin,
1982, 310-332).
M.Ö 359’da
Makedonya kralı olan II. Filip’in başkenti Aigai’de öldürülmesinden sonra,
henüz 22 yaşında olan III. Alexandros (İskender) “ordu meclisi” tarafından kral
tahtına çıkarılmıştır. İskender, M.Ö.334 yılı ilkbaharında, ordusuyla
Hellespontos’a doğru yürüyüşe geçti ve kısa sürede Side’ye kadar olan tüm kıyı
şeridini ele geçirdi, Hindistan’a sefer yaparak İndus Irmağı’na kadar olan
ülkeleri ele geçirdi. İskender Adriyatik Denizi’nden İndus Irmağı’na, Aral
Gölü’nden Mısır’a kadar uzanan ve içinde çeşitli ulusları bulunduran toprakları
fethetmiştir. Halkların karışması doğuda sanat ve kültürün de karışmasını
sağlamaya başlamıştı. Anadolu’ların, Persler’in, Mısırlılar’ın ve diğer Ön Asya
halklarının ve kültürlerinin karışıp kaynaşmasıyla yeni bir kültür ve tarih
dönemi açılmıştır. Bu dönem için Alman tarihçi J.G. Droysen Helenizm (Helenistik)
terimini kullanmıştır (Özsait, 1982, 334-343).
Helenlerde din,
aristokrat sınıfının olgusudur. ilias'taki kahramanların hepsi ünlü ailelerden
gelmedir. Gerçekten bir kralın yanı başında yaşayan soylular baş tanrı Zeus'un
emrinde olan tanrıları anımsatmaktadır. Helen dini antropomorftur, yani
tanrılar insan kılığındadır ve insanlar gibi güzel ve kötü işler yaparlar.
Helenlerde ayrıca orta ve fakir sınıf halkının taptığı ve dağlarda, ormanlarda
büyük coşkularla düzenlenen bir inanç türü de mevcuttur. Tanrı kadın Kybele'nin
öncülük ettiği bu tür inançlar Hıristiyanlığın ortaya çıkmasına değin
Anadolu'nun aydın olmayan halkı arasında egemen olmuştur. Helenler dinsel
inançlarına çok bağlıdırlar. Atina'daki Akropolis M.Ö. 6. ve 5. y.y. lar
boyunca yalnızca tapınakların yer aldığı bir kutsal tepeydi, tıpkı Hattuşaş
gibi. Bu yüzden Helen tanrılarının insanlar gibi yanlış yapmaları, günah
işlemelerini görerek dinsel inançlarının pek güçlü olmadığı kanaatine varmak
yanlış olur. Nitekim Urlalı Anaksagoras ve Trakyalı Protagoras'ın Atina'da
bulundukları sırada Helen dinini eleştirmiş olmaları ve şehri terk etmek
zorunda kalmaları çok ilgi çekicidir. Bu, dünya tarihinde ilk defa olmak üzere
idarecilerini topraktan yapılmış oy pusulalarıyla seçen, yani demokratik düzeye
ulaşmış halkın bile dine çok bağlı olduğunun belirgin bir göstergesidir.
Helenler her
alanda olduğu gibi din ve mitoloji konularında da Mezopotamya ve Anadolu'nun
etkisinde kalmışlardır. Örneğin, Hesiodos'ta Zeus'tan önce Kronos'un, ondan da
önce Uranos'un baş tanrı olmaları Mezopotamya'daki Kumarbi efsanesinde de
görülür. Helenlerin tanrıları şark ülkelerindeki tanrıların yaptıkları işi
görür. Bu nedenle birçok Helen tanrısının Doğu kökenli olduğu anlaşılmıştır (Akurgal, 1998, s.319). Helenizm tarihi 300 yıl sürmüş ve son
Helenistik Dönem krallığı olan Ptolemaioslar’ın M.Ö. 30 yılında Romalılar
tarafından ortadan kaldırılmasıyla son bulmuştur (Özsait,
1982, 343).
Ceasar zamanında
Roma toprakları üzerinde 14 eyalet bulunmaktaydı. İç savaşların sonunda Mısır
da Roma topraklarına katılarak Octavianus tarafından M.Ö 30’da eyalet haline
getirilmiştir. Böylece Roma toprakları Akdeniz’in tüm çevresini çevirerek onu
bir Roma denizi haline getirmiştir (Özsait, 1992,
380).
Constantinus’un
Hıristiyanlığı kabul edişinden sonra, Roma hızla Hıristiyan kültürünün büyük
bir merkezi olarak belirdi. Aynı zamanda Roma gerek yazınsal, gerek görsel bir
klasik kültür çiçeklenmesi, giderek küçük bir grup pagan senatör öncülüğünde
atasal pagan dininin geç bir dirilişini oluşturdu (Cornell,
Matthews, 1988, 206).
Roma sanatı Doğuda
Bizans’ı, Batıda Avrupa’yı etkilemiştir. Rönesans ve Ortaçağ, sanatı Yunan’dan
değil Roma’dan öğrenmiştir. Rönesans ve Antikiteye dönüşte eski eserleri Roma
anıtları temsil etmektedir ve daha sonra müzeleri oluşturacak ilk
koleksiyonlarda Roma dönemine ait eserler toplanmıştır. Başlangıçta Roma
üzerinde Yunan sanatının etkileri vardır. Geniş bir alana yayılmış Yunan sanatı
ile Romalılar istila ettikleri yerlerde karşılaşmışlar, birçok heykel, tablo ve
çeşitli sanat eserlerini Roma’ya taşımışlardı. Orjinalleri Klasik Çağa kadar
uzanan bu heykel ve tabloların kopyalarını yapmışlardır (Özsait, 1992, 460).
Hıristiyanlığın
etkisiyle ağırlığını hissettiren Rumlaşma süreci Doğu Roma'nın bölgede etkili
güç olmasıyla, bölge halklarının kimliğini temsil eder konuma gelmiştir. Bizans
artık Anadolu'da etkin bir güçtür ve İstanbul bu gücün odağıdır. Özellikle Roma
Döneminden gelen geleneği devam ettirmek ve sanayiyi de canlı tutmak için Roma
tanrılarının yerine İsa ve Meryem'in heykelleri evlerdeki tapınma yerlerini
süslemeye başlamıştır.
KAYNAK:
S.
TAHBERER, YLT/ADANA, 2006
Nabonidus
Mart
2016
Yorumlar